Ayşenur Çenesiz, Zaven Biberyan ve Yalnızlar romanı hakkında aldığı notlarını düzenleyerek paylaştı. Yalnızlar’da cinsiyet rolleri nelerdir? Etnik stereotipler nasıl işlenmiştir? Tüm bunlar nefret ile nasıl bir ilişki içerisindedir?
Ermeni edebiyatının önde gelen isimlerinden Zaven Biberyan’ın ilk romanı olan Yalnızlar, eserin Türkçe çevirisini de bizzat Biberyan yapmış olduğu için ayrı bir önem taşıyor. 1959 yılında Sürtük (Lgırdadzı) adı ile okurlarla buluşan bu eser, Türkçeye, Öncü Kitabevi ve Payel Yayınları çatısı altında, 1966 yılında çevrilmiş. Eserin Yalnızlar adıyla Türkçeye çevrilmesi tevekkeli değil. Irk, din ve sosyal statü açısından birbirlerinden bariz farklılıklar gösteren roman karakterlerinin tek bir ortak özellikleri göze çarpıyor: yalnızlıkları. Biberyan, sonraki eserlerine de ışık tutacak nitelikte olan bu romanında, makro düzlemde Türkiye’nin 50’li yıllarda yaşadığı değişim ve dönüşüme ayna tutarken aynı zamanda bireylerin kendi içlerindeki çatışmaları da gözler önüne seriyor. Biberyan romanlarının olmazsa olmazı olan bu çatışmalar, yazarın güçlü gözlem yeteneğiyle de buluşunca okuru çarpan, oldukça gerçekçi diyaloglar ve iç konuşmalar ortaya çıkıyor.
Biberyan’ın genellikle birey, aile ve toplum üçgeninde işlediği çatışmaların, nefret kavramını da beraberinde getirdiğini görüyoruz. Birbirlerinden içten içe nefret eden kadın-erkek, karı-koca, anne-çocuk, baba-çocuk, arkadaşlar ya da komşuları, Biberyan’ın ana karakterleri olarak belirtmek yanlış olmayacaktır. Geçmişten gelen hesaplaşmalar, karşılanamayan beklentiler yahut kıskançlık, karakterlerin nefretlerini günden güne besleyen nedenler olarak karşımıza çıkıyor. Yalnızlar romanında ise bütün bu nedenlerin yanı sıra, karakterlerin nefretini besleyen ana etmen olarak toplumca kabul görmüş ve benimsenmiş stereotipleri görüyoruz. Romanda işlenen stereotipleri iki başlık altında incelemek mümkün: Toplumsal cinsiyet stereotipleri ve etnik stereotipler.
Yalnızlar Romanı Hakkında
Yalnızlar, 50’li yılların İstanbul’unda, Caddebostan semtinde geçen iki günü bizlere anlatıyor. Biberyan okura aktarmaya çalıştığı psikolojik tahlilleri, bireylerin kendi aralarındaki ve toplumla olan çatışmalarını, varoluşsal sancıları bu iki günde yaşananlar üzerinden anlatıyor. Biberyan’ın diğer romanlarında da olduğu gibi, Yalnızlar’a da evlerin pencerelerinden konuk oluyoruz. Yalnızlar’ın da genel olarak iki farklı ev ve bu evde yaşayanlar üzerinden ilerlediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Eserde, daha çok Gülgün etrafında gelişen olayları görüyoruz. Gülgün, çok küçük yaşlarda Mübeccel ve Osman çiftine evlatlık olarak verilen ve bu evde hizmetçi gibi kullanılan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Mübeccel ve evin tek oğlu Erol ile olan çatışmaları, Gülgün’ü geçmişi ve olmak istediği kişi arasında ayrı bir çatışmaya sürüklüyor. Dergi kapaklarındaki modeller gibi güzel ve zengin olmak isteyen Gülgün, zengin bir ailenin üvey de olsa evladı iken bu imkânlara sahip olamıyor. Geçmişi, Gülgün’ün bu hayalini imkânsız kılıyor. Ancak her şeye rağmen güzelliğinin farkında olan Gülgün, yaşadığı hizmetçi hayatından kurtuluşu zengin biri ile evlenmekte buluyor. Gülgün, her ne kadar aşağı görse de kendisine âşık olan semtin kasabı Sivaslı Kara Ali’yi bu kurtuluşun anahtarı olarak görüyor. Anadolu’dan İstanbul’a gelen Ali ise, kentli olup olamamanın çatışmalarını yaşıyor. Gülgün’e olan bakışında bile Ali’nin bu çatışmasını görebiliyoruz. “Hâlâ eski Gülgün’ü hatırlatan tek şey kızın bacaklarının dizden aşağısıydı. […] Azıcık yukarı çıktın mı kısa kırpılmış saçlarına varana kadar semtin bir kızıydı artık o. Mimi, Fili, Rozi gibi. Ayakları villa sakinlerine “Bu kız bizden değil.” dedirtmeye yetse bile, Ali’ye “Bizdendir dedirtemiyordu.” (14).
Romandaki olayların çoğunlukla geçtiği diğer ev ise bir Ermeni ailesinin evi. Bu evde Krikor, annesi Yeranig ve teyzesi Pupul arasında geçen diyaloglar, bizlere İstanbul’da yaşayan Ermeni toplumu hakkında önemli ipuçları sunuyor. Bu ailenin en göze çarpan özelliği, evlerinden dışarı çıkmamaları olabilir. Komşuları Madam Verjin ve Kazım Bey dışında kimse ile görüşmeyen bu aile, 1915’ten sonra, Ermeni toplumunun yaşadığı güvensizliği açık bir şekilde gösteriyor. Özellikle Krikor karakterinin kimse ile konuşmak istememesi, bunu istese de becerememesi, daima bir tedirginlik ve huzursuzluk içinde olması, Ermeni toplumunun yaşadığı travma sonrası güvensizlik hissinin yansımaları… Bu ailede, hangi konu üzerine konuşulursa konuşulsun güvensizlikle birlikte gelişen iletişimsizlik, çatışma ve kavga ile sonuçlanıyor. Aslında, ailedeki herkes birbirinden kopmak ve ayrılmak istiyor fakat bu isteklerini asla gerçekleştiremeyip birbirleriyle yaşamaya muhtaç oluyorlar. Yalnızlar romanındaki bu Ermeni ailesi, aile içi çatışmalarıyla, Karıncaların Günbatımı’ndaki Tarhanyan ailesine tıpatıp benziyor. Biberyan’ın eserlerinde aileler, özellikle Ermeni aileleri, bu tür anlaşmazlıklarla tanımlanıyor. Biberyan’a göre aile içinden başlayan bütün bu küçük hesaplaşmalar, nefretler, kıskançlıklar toplumda daha ağır ve yıkıcı bir şekilde tezahür ediyor. Yalnızlar’da ele alınan Türk ve Ermeni ailelerinin benzerlikleri de bu duygulardan geçiyor. Her iki ailenin de üyeleri birbirlerinden hem nefret ediyorlar hem de asla kopamıyorlar. Yalnızlar’da bireylerin hem kendilerinden hem de çevresindeki kişilerden nefret etmekten kurtulamamasının en büyük sebebi olarak toplum tarafından sınırları çizilmiş ve toplumca da kabul görmüş olan çeşitli stereotipleri göstermek yanlış olmayacaktır. Eserde gördüğümüz bütün kadın-erkek ilişkilerinin, toplumsal cinsiyet stereotiplerine dayandığını söyleyebiliriz. Sadece kadın-erkek ilişkileri değil, aile ilişkileri de bu kalıp düşünceler üzerine oturuyor. Daha büyük ölçekte, komşular arasındaki ilişkilerin de etnik stereotipler üzerinden ilerlediğini görüyoruz. Yalnızlar’da her ne kadar Türk, Ermeni, Rum karakterlerin birlikteliğine şahit olsak da bu birlikteliklerin altında ne gibi ön yargıların, geçmişten gelen öfke ve kızgınlıkların olduğuna da şahit oluyoruz. Yalnızlar’daki toplumsal cinsiyet ve etnik stereotipler ayrıntılı incelenerek kitabın ana temalarından biri olan nefretin nedenleri daha açık bir şekilde anlaşılabilir.
Yalnızlar Romanında Toplumsal Cinsiyet Stereotipleri
Ünlü siyaset bilimci Walter Lippman’a göre insan, doğduğu andan itibaren yetiştiği kültürün ön kabulleriyle şekillenmekte ve bu ön kabullere meyyal bir hayat sürdürmektedir. Bütün bu ön kabulleri stereotip başlığı altında toplayan Lippman, çevremizdeki nesneleri ve kişileri nasıl tanımladığımıza göre stereotiplerin şekillendiğini söylüyor. Ön yargı ile kolaylıkla karıştırabileceğimiz stereotipin en belirgin özelliği, basmakalıp, kimi zaman yanlış kimi zaman doğru olan düşüncelerin belirli bir sosyal gruba yönlendirilmesidir. “…ön yargının duygusal; stereotipin ise duygusal süreçten tamamıyla ayrı, bilgi edinmeye, algılamaya, düşünce ve inançların oluşumuna, karar verme ve problem çözmeye ilişkin süreç olan bilişsel/zihinsel sürece ait kavramlar olduğunu belirtmek gerekmektedir.” (Demir, 273)
Toplumsal cinsiyet stereotiplerinin, erkek ve kadınların, sırf bu cinsiyetlerde doğmuş olmaları sebebiyle belirli davranış ve düşünce kalıplarına göre hareket etmelerini hedeflediğini söyleyebiliriz. Bu stereotiplere baktığımızda, erkeklerin daha güçlü, kadınların daha duygusal; erkeklerin sosyal çevrelerinde daha mantıklı karar vermeleri, kadınlarınsa duygusallıkları sebebiyle mantıklı karar veremeyeceği, kadınların ev işlerine daha yatkın olması gibi söylemlerle karşılaşırız. Bu düşünceler sadece davranış biçimlerini değil ideal fiziksel ölçütleri de belirler. Gerek toplumsal söylem ve pratiklerle gerek medya kanallarıyla bu stereotipler hem daha geniş alanlara ulaşır hem de daha etkili bir şekilde çalışır.
Yalnızlar’ın büyük bir kısmında toplumsal cinsiyet stereotiplerini görmemiz mümkün. Buna, ideal kadın görünümüne sahip olmak isteyen Gülgün’den Ali ve Erol’un kadınlara karşı nasıl bir tutum sergilediklerine kadar birçok örnek verilebilir. Gülgün örneğinde, daima dergi kapaklarındaki gibi bir görünüme kavuşmayı dileyen bir karakter karşımıza çıkıyor. Öyle ki bu görünüme kavuştuğu zaman birçok sorun çözülecek ve Gülgün bir anda çektiği bütün sıkıntılarından kurtulacaktır.
İyi ama kendisinin de ıslığı hak eden yönleri vardı. Sexapel’in herhangi bir göğsü ile yarışabilirdi. Hiç de az bir şey değildi bu. O dergi, anaokulundan üniversiteye, okulu olmuştu Gülgün’ün. Ona karşı duyduğu körü körüne güveni çok az öğrenci öğretmenlerine karşı duyardı. Sexapel’den öğrenmişti tuvaletin ve şıklığın anlamını, güzelliğin rolünü, sexapeli, kısacası aşk ve erkekler hakkında bütün bildiklerini. Onun sayesinde tanımıştı Liz Taylor’u. Erol günün birinde kendisine ‘Lizi’ deyince oğlanın yüzüne zevkten kızararak bakmıştı. Erol alay olsun diye söylemişti o lafı. Fakat Gülgün için ciddiydi bu. O günden beri Liz’in enfes bir resmi yatağının baçucunda duvara mıhlanıp kalmıştı. Erol’un bütün kahkahalarına rağmen. Çünkü Gülgün, yüzünün Liz’e çok benzediğini biliyordu artık.
Gülgün için bir öğretmen işlevi gören Seksapel dergisinin, kadınlar ile ilgili olan stereotipleri yaratan ve aynı zamanda güçlü bir şekilde bu stereotipleri besleyen kadın dergilerinden biri olduğu anlaşılıyor. Bu tür dergilerin fiziksel ve cinsel anlamda ulaşılması güç, ideal kadın figürleri çizer. İdeal kadın, heteronormatif dünyada hem cinselliğiyle arzulanan hem de evliliğe ve çocuk bakmaya uygun olan kadındır. Bütün bunların üzerinde, kadın erkeğin ihtiyaçlarını ve isteklerini karşılamakla yükümlüdür. (Sadzinski, 73) Gülgün’ün örnek aldığı Seksapel gibi dergiler de bu algıyı güçlendirir. Öyle ki Gülgün, aşk ve erkeklere dair ne öğrenmesi gerekiyorsa bu dergiden öğrenmiştir. Kendisini benzettiği, rol model olarak aldığı kişi de bu dergi sayesinde tanıdığı İngiliz kadın oyuncu Liz Taylor’dur. Kendi yüzünün Liz Taylor’a benzediğini düşünmesiyle, Gülgün üvey kardeşi Erol’a karşı bir zafer kazandığını düşünmüştür. Kendi güzelliğini ve çekiciliğini hem kendine hem de bir erkeğe, Erol’a, kanıtlamıştır. Gülgün’ün aklında, fiziksel ve cinsel yönden kendisini beğendirme ve arzulatmaktan daha büyük bir şey yoktur. Bu arzusunu perçinleyen, kendisinden her şeyi esirgemiş, hiçbir zaman gözlerin Gülgün’ün üzerinde olmasını istememiş üvey anne Mübeccel’in rolü de büyüktür:
Oğlanların hayranlıkla seyrettikleri ağız şapırdattıkları resimler hangileriydi? Küçükhanımlar hangi resimlere benzemeye özenirlerdi? Bunu fark etmek kolaydı. Küçükhanımlar gibi o resimlere benzemekti güç olan. O modeller magazin sayfalarından Allah’ın inayetiyle canlanıp inmiyorlardı ya asfalta. Güzel yüz de yetmez. Her zaman güzel vücut da para etmez. Ne gelirdi ki elinden? Analığı ne verse onu giyecekti. Liz’in elbiselerini giymeyi, onun gibi makyaj yapıp kalabalıkta boy göstermeyi kendi de bilirdi pekâlâ. Fakat nereden bulacaktı? Tırnağına bir cila sürmesine bile izin verilmezdi.
Tırnağına oje sürülmesine izin verilmeyen, yaşı ilerleyip vücudu şekillendikçe bol kazaklar ve sert sutyenler giydirilen, baştan çıkarılmasından fazlaca korkulan Gülgün’ün, kendisini fiziği ve cinselliğiyle belli etmesine, “Ben buradayım ve varım!” demek istemesine ve Seksapel gibi kadın dergilerindeki modellere benzemek istemesine şaşırmamak gerekir. Ancak çizilen kadın stereotipi öyle yüksektedir ki Gülgün hedeflerine ulaşamadıkça öfkelenir ve her şeye karşı, özellikle Mübeccel ve Erol’a karşı nefret beslemeye başlar. Gülgün’ün isteği sadece fark edilmektir. Ali, Gülgün’ün farkında ve ona âşık olan bir karakter olarak karşımıza çıkar. Ancak onun aşkı ve sevgisinde de toplumsal cinsiyet stereotiplerinin izlerine rastlarız. Bu stereotiplerin hâkim olduğu düzende, esas olan kadın vücudunun parçalarıdır. Bu düzen, bütün bir kadın bedenini reddedip cinselliğe odaklı bir kadın vücudu algısı yaratır. Öyle ki bu algı, zorlayıcı ve agresif bir cinselliği de beraberinde getirir. Ali’nin Gülgün’e duyduğu ilgi işte tam da bu düzeni ve algıyı yansıtmaktadır. “[Ali’nin] aklı başında değildi işte. Gülgün’ün omuzları. Gülgün’ün göğsü. Gülgün’ün kalçaları… Gözünün önünde başka şey yoktu. Bu yıl bambaşkaydı haspa. Artık geçen yılki kız değildi. Onu hem arzuluyor hem de ondan nefret ediyordu.” (13) Ali’nin Gülgün’ü omuz, göğüs ve kalçadan ibaret görmesi, onu eserin ilk sayfalarında tanımlarken bu şekilde tanımlaması, bizlere toplumsal cinsiyet stereotiplerinin nasıl bir kadın algısı yaratmış olduğunu gösteriyor.
Elbette bu stereotipler sadece kadınlar için geçerli değil; erkekler için de yaratılmış bir algı var. Erkekler de gücü elinde bulunduracak her şeye sahip olmalı bu algıya göre. Erol’un ne giydiğine her zaman çok dikkat etmesi ve çevresinde bu şekilde tanınmak istemesi de ideal erkek tanımına uymak istemesinden kaynaklanıyor. Bu tanımdaki ideal erkek ise kadına da aynı şekilde sahip olunması ve alınması gereken bir eşya gözüyle bakıyor. Krikor’un, kendisi ile tanıştırılıp evlendirilmek istediği bir kız hakkında yaptığı yorumu da bu algının açık bir yansıması olarak okumak mümkün:
Krikor Yeranig’e ömründe hiçbir kadına bu denli şiddetli bir arzu duymadığını, çocukken sahip olmayı çok arzu ettiği bir şeyi görünce ne hissediyorsa bu kızı görür görmez aynı şeyi hissettiğini söylemeye çalıştı. Mutlaka ona sahip olmak. Sahip olmak fikrinden sarhoş olmak. Alıp cebine koymak, her yere beraberinde götürmek ve elini cebinden çıkarmamak. Benimdir demek. Bu kadar. Başka bir şey istememek. Kendi malı olduğunu bilmek. Kendininkinin bu olduğunu herkese göstermek…
Krikor’a göre evlenmek, aslında yeni aldığı bir kıyafeti herkese göstermek ve bununla gururlanmaktan farksız. Onun bir parçası olan kıyafeti herkese gösterecek ve bundan tatmin olacak Krikor için evlenmek istediği kadın da bu işlevi görmeli. Böyle bir kadın algısı, beraberinde nefreti de getiriyor demek yanlış olmayacaktır çünkü gerçek hayatta da asla beklenilen bu kadına ulaşılamayacaktır. Krikor da ulaşamayacağı bu hayalin farkında olduktan sonra nefretini şu şekilde dile döküyor: “…herkese karşı nefret- Sarışınlara karşı, sokakta gezinen güleç kızlara, plajdaki oğlanlara gece aşıklarına, gazinoda dans edenlere, sinemayı dolduranlara, beyazperdede çeşit çeşit maceralar yaşayanlara karşı ve Pupul’un doyurduğu, okşadığı kedilere ve Kâzım Beyin longplaylerine karşı…” (46). İstediği ideal kadına ulaşamamanın sonucunda Krikor’un nefretinin kadınlardan çevresindeki her şeye yayıldığına şahit oluyoruz. Yalnızlar’da, toplumsal cinsiyet stereotiplerinin, kadın ve erkek için hem hayatı nasıl zorlaştırdığını hem de insanlara ve çevreye karşı nasıl bir nefret duygusu yerleştirdiğini neredeyse her karakter üzerinden görmek mümkün.
Yalnızlar Romanında Etnik Stereotipler
Yalnızlar romanında Türk, Ermeni ve Rum topluluklarını bir arada görebiliyoruz. Biberyan, bu toplulukların birbirleri hakkında ne düşündüklerini, nasıl ön yargılara sahip olduklarını bu eserde başarılı bir şekilde anlatmış. Her topluluğun bir diğeri hakkında oluşmuş belli başlı kalıp yargılarını görebildiğimiz Yalnızlar’da, spesifik olarak Ermeni toplumunun nasıl algılandığına şahit oluyoruz. Sadece Türklerin Ermenileri nasıl tanımladığını değil, aynı zaman Ermenilerin de kendilerini nasıl algıladıklarını görebiliyoruz. “Ermeni tipi” kavramıyla eserde sık sık karşılaşıyoruz. Etnik stereotipler, sadece farklı etnik grupların birbirlerinden nefret etmesine sebep olmuyor, ayrıca insanların kendi etnik gruplarına karşı da nefret beslemesine sebep oluyor. “Kurt Lewin de minör gruplara ait olan kişilerde en sık karşılaşılan reaksiyonun kendi gruplarından ve dolayısıyla kendilerinden nefret etmeleri olduğunu söylüyor.” (Hacker,61) Yalnızlar romanının Ermeni ailesi, Krikor, Yeranig ve Pupul’un konuşmalarında Ermenilere asla güvenilemeyeceğini, Ermenilerle iş yapılmaması gerektiğini, Ermeni tipinin beğenilmeyen ve istenmeyen bir tip olduğunu sıklıkla görüyoruz. Krikor’un Ermeni tipi tanımı, beslenilen nefreti açık bir şekilde gösteriyor:
Anası tipinde bir kadına tahammül edemeyeceğini bir kere daha anladı. Kendi istediği tip bambaşkaydı. Sarışın, narin, uzun boylu, güzel vücutlu, solgun tenli, şehirliye özgü nezaket sahibi. Avrupalı tipi. Bu tip, çocukluğundan beri insan denen yaratığın makbul modeli olarak konuşma konusu olmuştu evde. ‘Ermeni tipi’ ise aksine beğenilmeyen, anası ve teyzesince hor görülenler için kullanılan sıfattı. (46).
‘Ermeni tipi’nin bir Ermeni ailesi içerisinde hor görülüp istenmeyen bir özellik olarak görülmesi ilk bakışta oldukça ilginç gelse de aslında bu, azınlık olarak toplumda bulunan kesimlerin verdiği doğal bir reaksiyon. Yıllarca, majör grubun kendilerini hor görmesi ve ötekileştirmesi, minör grubun da kendi özelliklerinden nefret etmesine ve bu özellikleri reddetmesine sebep olabilir. Nitekim, özellikle Yeranig ve Pupul için, Ermeni tipi kaçınılması gereken bir tiptir. Yeranig’in tamir için eve gelen Ermeni Artin Usta’nın ardından bile nefret dolu sözler söylemesi, Ermeni tipinden ne denli uzak durmaya çalıştıklarının bir göstergesi. Ali ve Erol’un Ermeniler’e karşı bakış açılarından da Krikor ve ailesinin neden Ermenilere karşı böyle bir tutum takındıklarını anlayabiliriz. Erol’un semtlerindeki Ermeni Aret hakkındaki düşünceleri, Türk toplumda Ermeni stereotipini açıkça gösteriyor:
Erol’u sinirlendiren bu değildi. Herifte [Aret’te] geleneksel alaycı tebessüme neden olacak hiçbir şey yoktu. Ne vücudunda ne hareketlerinde ne de konuşmasında veya şivesinde…Onunla bir Ermeni karikatürü çizmek mümkün değildi. Bari adı Hamparsum, Karabet veya Agop olsaydı. […] Yeter ki Aret Türkçe konuşurken veya sahanın hoparlöründen ismi okunurken etraftakiler bıyık altından gülümseyerek bakabilsinlerdi. Oysa Aret yüzünden bu mümkün olmuyordu.
Erol’un bir Ermeni’ye üstün gelmek için aklına gelen ilk şeyin, onunla dalga geçilecek, alay edilecek bir nokta bulmak olduğunu görüyoruz. Erol’un Aret’i bozuk bir Türkçe ile konuşmasını görmek istemesi tevekkeli değil. Ermenilerin günlük hayatlarından tiyatro sahnelerindeki konuşmalarına kadar Türkçe konuşmalarının genellikle alaylı bir şekilde anıldığı biliniyor. Birçok karikatürün de ana malzemesi, bozuk Türkçe ile konuşan Ermeni yahut bir Rum’dur. Oysaki bu kişilerin kendi dillerini konuşabilmesi de ayrı sıkıntılar doğurmuştur. Ne kendi dillerini ne de majör dili rahat bir şekilde konuşamayan azınlıkların, genellikle her şeye karşı nefret dolu olmalarına da şaşırmamak gerekir. Çünkü bu gruplar ne genel kabul gören majör grubun içindedir ne de kendi grupları içerisinde rahatlardır. Daima izlenen ve kuşkuyla yaklaşılan taraf olmuşlardır. Ali’nin İstanbul’daki gayrimüslimler için söyledikleri de yabancılara karşı oluşmuş stereotiplerden biri:
…[Ali] Müsügilin bahçesine bir göz attı. Tek ampülün dağınık ışığı altında sesler duyuluyordu. Kim bilir ne kadar zengindi namussuzlar! Bütün ticaretin bunların elinde olduğunu, biçare Türk ve İslam halkının bu yüzden sefalet içinde yaşadığını kaç defa okumuştu gazetelerde. […] parazit ecnebilerin yurdun zenginliklerini sülük gibi emmelerine, kasalarını doldurmalarına, lüks hayat yaşamalarına, memleketin esas sahiplerininse ekmek parası bulamamalarına hökümatın neden göz yumduğunu kendisi de bilmiyordu. Bilmeceydi bu.
Ali’ye göre yabancılar bu memleketin parazitiydiler, memleketin asıl sahiplerinin sırtından geçinen parazitler… Kendini ait olarak gördüğü Türk ve İslam halkı ise daima fakir ve mustaripti. Gayrimüslimlerin, özellikle Ermeni ve Yahudilerin oldukça zengin olduğu düşüncesi etnik stereotiplerin başında geliyor. Oysaki zengin olmanın bütün bir etnik gruba atfedilmesi sorgulanmaya muhtaç. Özellikle ekonomik eşitsizlikler, insanları en kolay yoldan nefrete götürecek unsurlardan biri iken Ermeniler ve Yahudiler için böyle bir algı yaratılmasına şaşırmamak gerekiyor. Kendilerine haksızlık yapıldığı üzerinden ilerleyen majör grup kolaylıkla minör gruplara karşı nefret duygusunu hem majör hem de minör içerisinde aşılayabiliyor. Yalnızlar’da Ermenilere ve diğer etnik gruplara karşı duyulan rahatsızlık ve nefret, karakterlerin zihinlerinde oturmuş olan etnik stereotiplerle oldukça açık bir şekilde görülebiliyor.
Nefret, İletişimsizlik, Çatışma, Şiddet, Ölüm
Biberyan, toplumsal cinsiyet ve etnik stereotiplerin toplum içerisinde yarattığı nefrete Yalnızlar romanında önemli bir yer ayırmış ve ışık tutmuştur. Sadece tek bir kesime odaklanmayıp toplumun her kesiminden insanlarına romanlarında yer vermesi stereotip ve nefret ilişkisinin ne denli geniş bir perspektifte incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Toplumda farklılıklara karşı geliştirilen basma kalıp düşüncelerin yerini kolaylıkla nefrete bırakabildiğini Yalnızlar romanında ele alınan iki gün içerisinde görebiliyoruz. Nefret beraberinde iletişimsizliği, iletişimsizlik çatışmaları, çatışmalar şiddeti ve şiddet de kimi zaman ölümle birlikte nefreti tekrar sahneye çıkarıyor… Böylece bitmek bilmeyen bir kısır döngü içerisinde hapsolunuyor. Biberyan da bu kısır döngüyü neredeyse her romanında bize tekrar ve tekrar hatırlatıyor.
Kaynakça
Biberyan, Zaven. Yalnızlar. İstanbul: Aras Yayıncılık, 2000.
Demir, Nazlı Hilal. “Strasbourg Kararlarındaki Kara Bataklar: (Toplumsal) Cinsiyet Stereotipleri” Türk Barolar Birliği Dergisi. 2020.
Hacker, Helen Mayer. “Women as a Minority Group” Social Forces. 1951.
Sadzinski, Sylvia. “All Men [of Color] are Rapists, or the Grammer of Violence, Stereotypes, Rape Myths and Doing Gender and Race” Stereotypes and Violence, edited by Frank Jacob, Berlin: Neofelis Vergag, 2017.