Oldukça tartışmalı bir konu olan Zevce Satışı pratiği üzerinden, ele alınan konunun tarihçilerin değer yargıları ve dünya görüşleri ile nasıl şekillenip değişebileceğini Ayşenur Çenesiz yazdı.
On dokuzuncu yüzyılda, bir kadının kocası tarafından, bir çiftlik hayvanını ya da bir köleyi andıracak şekilde boynuna sarılı bir halatla açık artırma meydanında satıldığını söylesem, tepkiniz ne olurdu? Üstelik bunun tekil bir örnek olmadığını, gelenekselleştiğini ve yaygınlık kazandığını bilseydiniz… Muhtemelen kadın için üzülür, kendisini satan kocasını ise barbarlık ve canilikle suçlardınız, öyle değil mi? Gelin bu konuya bir de başka bir açıdan bakalım.
Yukarıda bahsettiğim gelenek, tarihçiler tarafından “Wife-Selling” (Zevce Satışı) olarak kavramlaştırılmıştır. Ne zaman başladığı ve ne zamana kadar devam ettiği tartışmalı bir konu olan bu geleneğin en genel hatlarıyla on ikinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla uzanan bir zaman aralığında cari olduğu tahmin ediliyor. Aslında sembolik bir mana taşıyan bu satış işleminin, özünde boşanma akdini mümkün kılan bir fiil olarak okunması da mümkün. Toplumun özellikle alt tabakasında* görülen bu pratiğe insanların neden ihtiyaç duydukları sorusu tarihçiler arasında fikir ayrılıklarının da doğmasına sebep olmuştur.
Bir Boşanma Pratiği Olarak Zevce Satışı
Bazı tarihçiler, sahip oldukları değer yargıları ile alt tabakada cari olarak bu geleneği bir barbarlık ve vahşilik olarak görme eğilimindeyken, E. P. Thompson gibi Marksist tarihçiler daha ziyade bu pratiğin otoriteye bir başkaldırı olarak okunması gerektiğinin altını çiziyor. Thompson, yaklaşık üç yüz örneği ele alarak yaptığı çalışmada satılan kadınların da rızasının olduğunu ve satışların normal bir ticari işlemde olmaması gerektiği kadar düşük fiyatlarla gerçekleştiğini söylüyor. Bu durumlar dikkate alındığında devlet ve kilise baskısından ötürü boşanamayan çiftlerin, bu pratiği boşanma fiilinin alternatifi olarak uyguladıkları söylenebilir.
Bu fikir ayrılığının kaynağı olarak tarih disiplinin doğasını göstermek yanlış olmayacaktır. Olay ve olgular arasında sebep sonuç ilişkileri kurmaya çalışan bir tarihçinin neleri göz önüne alıp neleri göz ardı edeceği, ele aldığı konuya hangi açılardan bakacağı ve doğal olarak ulaşacağı sonuçlar, kendisinin ve içerisinde bulunduğu zaman ve mekânın değer yargılarına göre şekillenebilir. Marksist tarihçiler ve onların burjuva olarak adlandırdıkları tarihçilerin zevce satışı pratiğine yaklaşımlarında da bu yargıların etkilerini görmek mümkündür. Birinciler olay ve olguları tarihsel materyalizm üzerinden incelemeye çalıştıkları için bu pratiği alt tabaka ile dini-siyasi otorite arasında bir çatışma olarak okumayı tercih etmişlerdir. İkinciler ise kendi gelişmişlik yargılarını bir kriter kabul ederek, bu pratiği uygulayanları gelişmemiş yani geri kalmış olarak nitelendirmişlerdir. Öyleyse, tarih çalışmalarının tarihçinin baktığı nokta ve kullandığı gözlüğe göre şekillenebileceği ve her zaman için objektif olamayacağını tekrar hatırlamak gerekiyor.
İlave Okumalar:
Zevce Satışı pratiği hakkında daha ayrıntılı bilgi almak ve Marksist tarihçilerin bu konuya nasıl baktıklarını görebilmek için E. P. Thompson’un Customs in Common adlı kitabındaki “The Selling of Wives” bölümü okunabilir. Bunun yanında, tarihçilerin bir meseleyi ele alışlarının sahip oldukları değer yargılarıyla nasıl şekillenebileceğini başka örneklerle de görmek için Michael Stanford’un A Companion to the Study of History adlı kitabına başvurulabilir.
Son Not:
* Bu yazıda alt tabaka kavramını, literatürde kullanılan “humbler classes” kavramına karşılık gelecek şekilde kullanmaya çalıştım.