Ayşenur Çenesiz, Zaven Biberyan ve Karıncaların Günbatımı hakkında aldığı notlarını düzenleyerek paylaştı. Biberyan, karınca metaforunu neden kullanmıştır? Karıncaların Günbatımı‘nı minör edebiyat içerisinde nasıl değerlendirebiliriz?
Ermeni edebiyatının önde gelen isimlerinden Zaven Biberyan’ın Karıncaların Günbatımı romanıyla çeşitli sosyal medya platformlarında ve köşe yazılarında uzun süredir karşılaşıyordum. Her seferinde daha da merak ettiğim bu romanı, bu sene aldığım derslerden biri olan Türk Edebiyatında Doğu ve Batı dersinin izlencesinde de görünce eserin sunumunu yapmak üzere bir hızla adımı eserin karşı sütununa iliştirdim. Son dönem Osmanlı’dan günümüz edebiyatına çeşitli eserleri daha çok Doğu-Batı ekseninde tartıştığımız bu dersin bana en büyük katkısı Zaven Biberyan ve eserleri oldu diyebilirim.
Zaven Biberyan ve Karıncaların Günbatımı
Zaven Biberyan, 1921 yılında İstanbul’un Kadıköy semtinde doğmuş. Öğrenimini yine İstanbul’da tamamlamış. 1941’de Yirmi Sınıf asker toplanırken, Biberyan da askere alınarak nafia hizmetine verilmiş. Bu yılların Biberyan’a getirdiği en büyük şans, Jamanak gazetesi yöneticilerinden Ara Koçunyan’la tanışması olabilir. Askerlik dönüşü, Nor Lur, Nor Or ve Jamanak gazetelerinin yayın kurulunda görev almasıyla, Biberyan’ın ömrü boyunca kendisini bırakmayacak olan yayın hayatı da başlamış. Hem Ermeni hem de sosyalist kimliğinin getirdiği sıkıntı ve baskılar sonucunda Biberyan, 1949 yılında Beyrut’a gitmiş. Dört yıl gibi kısa bir süre sonra, siyasi durumun da bir nebze iyileştiğini düşünen Biberyan, İstanbul’a geri dönmüş ve yayın hayatına çeşitli kuruluşlarda devam etmiş. 1984 yılında ise ülser hastalığı sebebiyle yaşama veda etmiş.
Karıncaların Günbatımı, Ermenice ismi ile Mırçünneru Verçaluysi, 1970’te Jamanak gazetesinde 294 gün boyunca tefrika halinde yayımlanmış. Eserin, kitap olarak basılması Biberyan’ın ölümünden birkaç hafta önce gerçekleşmiş. Biberyan’ın Ermenice kaleme aldığı bu eser, Türkçeye oldukça geç diyebileceğimiz bir tarihte kazandırılmış, 1998’de. Üstelik 1998-2013 tarihleri arasında Aras Yayıncılık, eserin orijinal ismi yerine Babam Aşkale’ye Gitmedi ismini tercih etmiş. (Eser isminde Aşkale’nin politik bir kavram olarak öne çıkıyor olmasının daha fazla okuyucunun dikkatini çekeceği düşünülmüş olabilir.) 2019 yılında eser tekrar orijinal adı olan Karıncaların Günbatımı ile yayımlanmaya başlanmış.
Hayatım Boyunca Ne Karınca Olmak İstedim Ne De Olabildim
Karıncaları hep mükemmel örnek diye gösteriyorlar. İnsanı karıncaya dönüştürmek istiyorlar. Başarıyorlar da. Tüm sevimsiz ve çirkin şeyleri insanların tapacağı, hayranlık duyacağı araçlara dönüştürmek de gerçekten çok ustayız. Ben karıncadan nefret ediyorum. Hayatım boyunca ne karınca olmak istedim ne de olabildim. Çalış, çabala, taşı, depola, kışın ye, sonra yeniden çalış çabala, taşı, depola. Koca bir hayat. Sonra da öl… Piramitler yap, şehirler yap, binalar, fabrikalar, makineler, sanayi ve uygarlık. Bütün bunlara hizmet et. Koca bir hayat. Sonra da öl… Kim için? Ne için?”
Biberyan neden böyle bir başlık seçmiş olabilir? Biberyan’ın karınca metaforunu başlık olarak seçmesi tevekkeli değil. Sadece bu metaforun kendisiyle Biberyan, toplumun çeşitli kesimleriyle yaşadığı kavgayı anlatıyor. Karınca metaforunu, ana karakter Baret’in amcası Dırtad Amca’nın sıklıkla kullandığını görüyoruz. Biberyan, Dırtad Amca’yı geçmişte eğitimli, zengin, entelektüel; şimdi ise zenginliğini kaybetmiş, herkesten uzak durmak için Büyükada’daki harabe evinde yalnız yaşamayı tercih eden bir adam olarak çizmiş. Herkesten uzak kalmayı tercih eden Dırtad Amca’nın ise çevresindekileri, dışarıdan bakabilen bir göz olarak, karınca metaforu ile eleştirmesi dikkat çekici. Dırtad Amca’ya göre toplum nezdinde sadece karıncalar saygındır ve kendisi karıncalardan ve karıncalara atfedilen özelliklerden nefret eder. Bu yüzden çevresindekiler tarafından serseri olarak kabul edilmiştir.
Nafia hizmetinden döndükten sonra, ailesindeki değişime ve dönüşüme bizzat şahit olup ağır bir yabancılaşma hisseden Baret için ise Dırtad Amca’nın çevresine ve dünyaya karşı olan eleştirilerinin adeta bir sığınak olduğunu görüyoruz. Nafia dönüşü sonrasında kendisini, babasının Aşkale’ye gidip askerlik yapmak yerine Varlık Vergisi’ni ödemeyi seçmesiyle ekonomik durumu gittikçe kötüleşen ailesinin birbirlerine karşı duyduğu nefret ve öfkenin ortasında bulan Baret için de karınca olup olmama kararı mühimdi. Bu seçimlerden uzaklaşmak için İstanbul’un ücra semtlerine dahi gidip yaşamaya çalışan Baret, eserin sonunda yine kendisini annesi ve ablasının yanında bulacaktır. Tıpkı amcası gibi o da karınca olmamış, olmak istese bile bunu başaramamıştır.
Zaven Biberyan, Karıncaların Günbatımı ve Minör Edebiyat
Deleueze ve Guattari, “Kafka, Minör Edebiyat İçin” adlı eserde minör edebiyatın üç ana özelliğini belirtmişler: Dilin yersiz yurtsuzlaşması, bireysel olanın dolaysız bir şekilde politik olana bağlanması ve her şeyin kolektif bir değer taşıması. Peki, Deleueze ve Guattari tarafından belirlenen bu üç özellik çerçevesinde Biberyan’ın Karıncaların Günbatımı’nı minör edebiyat içinde değerlendirebilir miyiz? Değerlendirirsek nasıl bir değerlendirme yapabiliriz?
Dilin Yersiz Yurtsuzlaşması
Deleueze ve Guattari bu edebiyatın “… minör dilin edebiyatı olmadığı[nı], daha ziyade, bir azınlığın majör bir dilde yaptığı edebiyat” olduğunu söylemişler. Bildiğimiz üzere Biberyan, eserlerini Ermenice kaleme almıştır. Ancak yakın arkadaşlarından olan Hrant Paluyan’a yazdığı mektupların birinde Biberyan “Dürüstçe itiraf etmem gerekirse, Ermenice yazdığım için pişmanım.” diyecektir. Biberyan’ın pişmanlığının kaynağına inmeye çalışırsak birçok farklı ihtimali göz önüne almamız gerekiyor. Biberyan’ın Ermenice kaleme aldığı eserleri, sonuç olarak daha az kişiye, minör olana hitap edecekti. Biberyan Türkçe yazarak daha geniş bir kitleye ulaşabilirdi. Ermeni olduğu için Ermenice yazmayı kendisine bir sorumluluk mu addetmiş ya da eleştirilerinin hedef kitlesi olan Ermeni toplumuna doğrudan ulaşmak istemiş olabilir. Deleueze ve Guattarinin de belirttiği “Yazmamanın olanaksızlığı” içerisinde, Biberyan’ın da yazmaması olanaksızdı. Eser ister Türkçe ister Ermenice kaleme alınmış olsun, çoğu gösterilerde ve oyunlarda dalga konusu olarak ele alınmış Ermeni Türkçesi, Biberyan’a ve dolayısıyla eseri Karıncaların Günbatımına da yansıyacak; Türkçe, Ermenice, Rumca ve belki de bilinçli bir şekilde kullanılmış çoğu yabancı sözcük ve ifadeler okura dilin yersiz yurtsuzlaşmasını güçlü bir şekilde hissettirecektir.
Her Şeyin Politik Olana Bağlanması
Minör edebiyatın bir diğer özelliği olan her şeyin politik olana bağlanmasını Karıncaların Günbatımı’nın neredeyse her satırında görmek mümkün. Her sayfada parçalanışına şahit olduğumuz Tarhanyan ailesinin bu kaçınılmaz sona yaklaşması Türkiye’nin 40’lı yılların sonu 50’li yılların başlarındaki politik durumu ile doğrudan bağlantılıdır. Hatta kimi yerde eserde bir aile dramının mı işlendiği yoksa yakın Türkiye tarihinin kronolojisine mi bakıldığı birbiri ile karıştırılabilir. Anne ve oğlun birbirlerine karşı duyduğu nefretin temelinde politik sorunlar yatar. Baret’in İstanbul’a dönmesiyle karşılaştığı yoksulluk, Varlık vergisinin sonucudur. Yaşadığı bunalım ve yabancılaşma, ardında bırakmak isteyip de bir türlü bırakamadığı Ermeni kimliğinin ve beraberindeki yoksulluğun eseridir. Baret, bu gerçeği fark ederek şu sözleri söyleyecektir: “Ermeni olmamanın daha iyi olduğunu fark ediyordu. Ama Ermeni olmamak imkânsızdı.” (479) Karıncaların Günbatımı’nda her şey politik olana doğrudan bağlanacaktır. Bağlanmaması olanaksızdır…
Her Şeyin Kolektif Olması
Her şey politik olduğu kadar kolektif bir değer de taşıyor. Karıncaların Günbatımı’nda, Baret’e bakarak ailesini ve çevresini, dolayısıyla büyük ölçekte Ermeni toplumunu, dinliyoruz. Özellikle, “felaket” kavramının eserdeki herkes için kaçınılmaz bir son olarak görünmesi oldukça önemli bir nokta. Baret, kendileri için genel bir psikoz olan felaketi şu sözlerle dile getirecekti:
Kazanıyorlardı, yiyorlardı, içiyorlardı, eğleniyorlardı ama sanki batan bir gemideymişler gibi bir acelecilik vardı bu yaşayışta. Her an bir şey bekliyorlardı. Bir karışıklık. Ve şimdi on sene öncesine göre daha çok korkuyorlardı. Çünkü hallerinden memnundular ve bir şeyin değişmesini istemiyorlardı. […] Felaket olmadan rahat değillerdi. Hayatlarının bir unsuru eksikti. Bir şey bekliyorlardı. Çünkü sonsuza dek felaketsiz, tekdüze bir hayatı hayal edemiyorlardı.
Baret’in kolektif bir mazoşizm olarak tanımladığı felaket kavramının yanına, kolektif bir nefret, kolektif bir yabancılaşma, kolektif bir öfke ve kızgınlığı da sanırım ekleyebiliriz. Ermenilerden Türklere, Türklerden Rumlara bütün bu duyguların ortaklaştığı ve kolektif bir değer oluşturduğunu görmek Karıncaların Günbatımı’nı okuyan bir kişiyi hiç şüphesiz derinden etkileyecektir. Tarhanyan ailesinin anbean parçalanışını, Biberyan’ın Türkiye’de azınlık olmanın psikolojik, ekonomik, sosyal ve politik yüzüne tuttuğu bir ayna olarak görmek sanıyorum ki yanlış olmayacaktır.